8 Mart 2010 Pazartesi

Küçük Bir İşaret

Bazı yazarlar vardır,okumaya başladığınız zaman, soluğunuz sırtınıza yapışır. Ürperti duyarsınız. Kaçmanın yolunu aramaya başladığınız an sizi çoktan atonal bir senfoni sarmıştır. Kasılmış kalbiniz, sözcüklerin patikalarında yürümeye başlamıştır. Bu bazı yazarlardan biri, Jean-Luc Lagarce!
Biraz endişeli ve ılık bir soruşturmanın ardından, baktık ki Lagarce sorduğumuz, sormaya çalıştığımız soruları daha yalın ve güçlü bir biçimde sormayı başarmış. İnsanlar beklerken neye dönüşürler? Uzak bir yerden terk ettikleri bir yere dönerlerken bedenleri neye benzer. Yüzleri, akılları...
"Alt Tarafı Dünyanın Sonu" oyunu, bu iki soruyu bir aile dramı içinde tartıştırıyor. Zaman, geçmiş ve gelecek diye her şeyi ikiye böler mi? Ya da, zaman her şeyin ilacı mıdır? Lagarce üzerine konuşulacak çok şey var.

Admu Polat NİLOĞLU

Jean-Luc Lagarce

Lisedeki Fransızca-Latince öğretmeni, öğrencilerini tiyatro ile tanıştırmak ve bir oyun ortaya koymak isteyince, 13 yaşındaki Lagarce (1957-1995) sınıf arkadaşları için ilk oyununu yazdı. 38 yaşında AİDS'ten öldüğünde ise tanınan bir yönetmen olmasına karşın, oyunlarında kullandığı teatral dili "yenilikçi" olduğu için pek tanınmayan bir yazardı.
Günümüzde 25 tiyatro oyunu, 3 öyküsü ve bir opera güftesi ile eserleri 25 dile çevrilmiş, Fransa'da en çok oynanan, dünyada ise Shakespeare ve Moliere'den sonra oyunları en çok sahnelenen çağdaş yazar olma ünvanını elinde tutuyor.
Ölümünden 15 yıl sonra amatör tiyatro gruplarının "sevgili yazarı" ve tanınmış yönetmenlerin gitgide daha çok sahnelediği Lagarce şimdiye kadar Türkiye seyircisi ile hiç buluşmadı. Prova45, bu dahi yazarı ilk defa tanıtmanın heyecanını duyuyor.

Fragman

7 Mart 2010 Pazar


Evi terk eden bir oğul ve geride kalıp onu bekleyenler... Özlemle beklenen bazen çıkar gelir, bazen umutları tüketir, bu da bir çeşit cinayet değil midir?

Beklenen

Yirmi birinci yüzyılın kavram kargaşalarıyla dolu günlerinde, istesek de istemesek de hepimiz huzuru her şeyi etiketli kutulara yerleştirip bir düzen kurmakta arayan bir toplumun birer parçasıyız. Bu kavramların belki de temelini oluşturan aile ise, bugüne ilk insandan miras bir soru işareti. Günümüzde bu sorunun cevabı belli ve oldukça basit, pembe bir kalemle çizilmiş sorunun altındaki kutuya: anne, baba ve çocuklardan oluşan bir ev halkı, güzel evi, kuralları, esas aldığı eşitlik kavramıyla. Ancak ne yazık ki, bu çizim dünyanın çoğu yerinde ya kutuya sığmıyor, ya da kutudan taşıyor. Jean luc Lagarce, Alt Tarafı Dünyanın Sonu oyununda, bizleri kutudan taşmış bir aile örneğiyle tanıştırıyor ve aile sorusuna kendi cevabını veriyor.
Oyunda tanıştığımız karakterler: evini terk etmiş, nedeni hakkında konuşmayan, çünkü onu bilinç altının en derinlerine hapsetmiş bir oğul -Louis; abisinin onun hep yapmak istediğini yapmış olmasını yıllardır sindirememiş ve asla sindiremeyecek sorunlu kardeş -Antoine; onun aşık, gönüllü mahkum karısı -Katherine; o büyürken çoktan kurulmuş olan bir düzenin içinde sıkışmış, her daim kaçmaya meyilli ama cesaretini asla toplayamayacağını en iyi kendisi bilen Suzanne; ve anne, bilinç altında Louis'nin gönderdiğinden de uzak yerlere gönderdiği hatalarıyla farkında bile olmadan savaş vermekten ruhu yaşlanmış anne. Bir de tanışma fırsatına eremediğimiz üyesi var ailenin; baba. Otorite. Evin ebedi sahibi. Yıllar önce yaptıkları sayesinde hala ev halkının hayatını yönlendiren, ölmüş baba. Öldüğü kavranamamış ailesi tarafından, hala korkulan baba. Hala kızılan, nefret edilen, sevilen, özlenen baba.
Evde çok bahsedilmeyen iki olay var. Birincisi babanın ölümü elbette. İkincisi ise Louis’nin gidişi. Daha hiçbir şeyin farkında olmayacağı yaşta, nasıl bir olay neden olabilirdi küçük bir çocuğun ardına bakmadan evden kaçmasına? Çok güçlü olmalıydı bir kere bu olay. Ve çözümü olmamalıydı, olsaydı çözülürdü çünkü, gitmezdi Louis, göndermezdi onu annesi. Babanın otoritesi, sağlamış olmalıydı bu güç ve engellenmezliği. Anne ses çıkaramamış olsa gerek, söz hakkı yoktur çünkü babanın yanında annenin. Çocuklar zaten bir şeyin farkında değildir o zaman. Louis de yalnız hissetmiş olsa gerek kendini, küçücük bir çocuk, evin içinde bir sürü insan, güya hepsi onu çok seviyor; ama kimse yanında değil. Kutudan taşıp atmış olsa gerek kendini sokaklara.
Lagarce, Alt Tarafı Dünyanın Sonu ismini verdiği bu oyunla, bize aile içi şiddete maruz kalmış bir çocuğun, evden uzak geçirdiği uzun yıllardan sonra, ölmek üzere olan bir adam olarak eve geri dönüşünü anlatmıştır. Ancak Louis eve döndüğünde, kendisini oradan kaçıran şiddetin kat be katıyla boğuşan ailesini gördüğünde, ölüm değildir asıl mesele, yani oyun isminde “dünyanın sonu” olarak anılan olay, ölüm değildir artık, yaşamdır. O evde yaşamaya mahkum şiddet kurbanlarıdır. Lagarce’ın bu oyunun en önemli özelliklerinden biri de, aile içi şiddetin fiziksel şiddetle sınırlı olmadığını çok net bir biçimde gözler önüne sermesidir. Bu oyunda, bu ailede, hem şimdi söz konusu hem de yıllar önce Louis’nin maruz kaldığı şiddet belki fiziksel, belki cinseldi. Belki duygusal istismar, belki ihmaldi. Bunu bilemiyoruz; çünkü bilmemize gerek yok diyor Lagarce. Bir bireyin, zorla başka bir bireyin isteklerine uydurulmasını hedef edinen, kendi karakterini oluşturma özgürlüğünü elinden alan her türlü davranış, şiddettir.
Baba, şiddet ve Louis, evde görülemeyen - duyulamayan, ama her an hissedilen üç üyesi bu ailenin. Ve Louis geri döndüğünde, tek başına, kendi ölümünü söylemek için, kendisiyle alakalı bir dönüş olsa da planladığı, ev halkı kapıdan giren bir kişi görmeyecektir. Louis, yanında babasını ve “şiddet”i de getirecektir farkında olmadan. Evdekilerin bekleyişi karşılık verecektir sonunda, ve hesap soracaklardır beklenenden.

Nazlı Koca